Cinsel Yaşam

Cinsel yaşam bilgileri

Erkek ve kadın arasındaki anatomik farklılıkların, cinsel uygulamaların ve çoğalma yeteneklerinin birden bire ortaya çıkmadığını, tersine, yavaş yavaş ve giderek bir gelişme sonucu ortaya çıktığını gördük. Ayrıca bu gelişmenin çeşitli yollardan engellenebileceğini de biliyoruz. Örneğin, belli bazı kromozom ya da hormon bozuklukları, dölütün normal büyümesini önleyerek ''cinsiyeti tamamlanmamış'' bir bebeğin doğumuna yol açabilmektedir. Hatta cinsel kusurları olmadan doğan erkek ve kız çocuklarda, daha sonra yaralanma, hastalık ya da hadım edilme sonucu Gonad hormonlarından yoksul bırakılırsa, tipik dişi ve erkek görünümüne ulaşamayabilirler. Bu durumda cinsel yetenikleri de oldukça sınırlı kalır ve doğal olarak hiçbir zaman çocuk sahibi olamazlar. Sonuçta, her açıdan sağlıklı bir gelişim göstermesine karşın, kısır olan pek çok yetişkin insan vardır.

İnsanın fiziksel büyümesi için geçerli olan şeyler, insanlarının cinsel davranışlarının gelişmesi için de geçerlidir. Erkeksi ve kadınsı tavırlar ve belli cinsel eşlerin ya da cinsel etkinlik biçimlerinin tercihi belli bir anda değişmez biçimde yapılmaz, bunlar zaman içinde kazanılır. Bu sürecin sonucu yalnız çocuğun kalıtsal becerileriyle değil, aynı zamanda ana babanın, öğretmenlerin, oyun arkadaşlarının ve dostlarının tepkileri gibi toplumsal etkiyle de belirlenir. Örneğin küçük bir erkek çocuğa ailesi tarafından sürekli olarak kız gibi davranılırsa kendini bir dişiymiş gibi görmeye başlar. Erken yaşlarda benimsenen bu rol, daha sonra tersine çevrilemez duruma gelebilir ve yaşam boyu zorluklara yol açar. Doğru cinsel özdeşme yapan çocuklar bile, daha sonra tam cinsel potansiyellerine ulaşmalarını engelleyen ve kendilerini dar dürtüsü el ya da yıkıcı davranış biçimlerine mahkum eden travmatik deneyimlerle karşılaşabilirler. Dahası sağlıklı bir gelişme geçirdikten sonra garip bir tutkuluğa ve kötü bir eşgüdüme giren ve böylece cinsel olarak yetersiz kalan pek çok yetişkin de vardır.

Yetişkinlerin cinsel davranışlarının uzun, karmaşık ve çoğu kez tehlikeli bir gelişmenin ürünü olduğu anlayışı oldukça yenidir. Yüzyılımızın başlarına kadar seksin geniş ölçüde içgüdüsel, yani biyolojik kalıtımın bir sonucu olduğuna inanılıyordu. Çoğu kimse, ergenlikten bir süre sonra bütün erkek ve kanınlara ''doğal'' olarak cinsel arzu ve cinsel etkinlik geldiğini, bunun toplumsal koşullandırmayla ilgisi olmadığını varsayıyorlardı. Cinsellik, birdenbire ortaya çıkan, sonra da kendi başarısına etkisiz ''doğal'' anlamını bulan bir ''doğa gücü'' idi. Toplum bu gücü bastırabilirdi, ama biçimlendirilmesine katkısı olamazdı.

Bu geleneksel görüşe ilk ciddi karşı çıkış Sigmund Freud (1856-1930) ile ardıllarından geldi. Freud, pratisyen doktorluğu sırasında isteri denilen şeyden acı çeken birçok hastayla karşılaştı. (Yani fiziksel hiçbir nedeni bulunamadan felç ya da körlük geçirenlerle.) Gerçekten de standart tüm tıp deneylerine göre bu hastaların normal işlevlerini sürdürebilmeleri gerekiyordu. Bu erkek ve kadınlara uzun süreler boyunca görüşen Freud, rahatsızlıkların acı ya da tedirginlik verici çocukluk deneylerine bağlı olduklarını bulguladı. Ayrıca artık hastaların da bilincinde olmadığı bu eski deneyimlerin rahatsız yetişkinler tarafından açık seçik hatırlanıp anlaşıldıktan sonra gizemli sakatlıkların
yok olduğunu da gördü.

Bu ve başka bulgulara dayanarak Freud, Avrupa ve Amerika'nın düşünce yaşamında derin etkiler yapabilecek Psikanalitik kuramını geliştirdi. Gelgelelim, kuram ilk önerildiğinde kamuoyunun geniş tepkilerini çekti. Çoktan unutulmuş bir çocukluk deneyiminin, yetişkin bir kişinin yaşamında belirleyici bir etki yapmayı sürdürebileceüi, çoğu kimse için tümüyle anlaşılmaz bir şeydi. Bu kimseler, deneyimlerin cinsel olduğu görüşünü büyük bir öfkeyle karşılaşıyorlardı. Bunların görüşüne göre çocuklar ''masum'' idiler ve ''doğaları gereği'' kesinlikle cinsel duygu ve tepkimeler gösteremezlerdi. Öte yandan, Freud için çocukların, hatta bebeklerin cinselliği, yaşamsal önemi olan tartışılmaz bir gerçekti. Psikanalitik düşünceye göre, bütün insanlarda doğum anından başlayarak temel bir cinsel içgüdü ya da dürtü vardır. Duygusal zevke dayanab bu içgüdü, başlangıçta bulanıktır ve doğru yönelim ve keskinliğe yalnızca bir ''psikoseksüel olgunlaşma'' süreci ile ulaşır. Bebekler başlangıçta doyuu dolaysız, kısıtlamasız ayrım gütmeyen bir yoldan ararlar, sonra içgüdüsel dürtülerini toplumsal koşullandırma yoluyla değiştirmeyi ve denetim altına almayı öğrenirler. İnsan cinselliği böylece iki karşıt gücün etkisi altında serpilir; ''Zevk ilkesi'' ve ''gerçeklik ilkesi''. Başka bir değişle, bir çocuğun kişilik gelişimi, biyolojik dürtülerle kürtürel kısıtlamalar arasında bir çekişme olarak tanımlanabilir. Bu çekişme, çocuğun fizyolejik olgunlaşmasıyla bağlantılı olarak üç temel aşamada gerçekleşir; Oral, anal ve fallik aşamalar.

Oral aşamada (Latince Os; ağız), biricik zevk kaynağı ağızdır. Bebek, anne memesini emerken sadece gıdaya değil, derin fiziksel ve psikolejik doyuma da ulaşır. Bu aşamada ağız bir araştırma organıdır da. Bebek herşeyi tanımak için ağzına sokar. Dünyayı ''içine almak'', ona egemen olmak için ilk girişimidir bu onun. Bunu izleyen anal aşamada (Latince anüs; rektum deliği), asıl duyusal doyum kaynağı, ağızdan anal bölgeye kayar. Çocuk şimdi bağırsak hareketleri üzerinde denetim kurmaya başlamış ve böylece, dışkısını ederek ya da etmeyerek hoşnut ya da hoşnutsuz kılabileceği yetişkinler üzerinde de denetim kurmuştur. Yine bu sıralar çocuk sevgisini vermeyi ya da vermemeyi, evet ya da hayır demeyi, özcesi, ''tutarak'' ya da ''salarak'' dünyaya egemen olmayı öğrenmiştir.

Yaşamın yaklaşık 3 yılını alan oral ve anal aşamalar, her iki cins için de aynı olmakla birlikte, bunları izleyen fallik aşama (Yunanca prallosi; penis), cinsel farklar, erkek ve dişi cinse organları hakkında artan bir bilinç getirir. Vücudun en zevk veren yanları artık ağız ya da anüs değil, erkek çocuklar için penis kız çocukları için klitoristtir. Çocukların, çevreleri hakkında doymak bilmez bir merak geliştirdikleri, oraya buraya parmaklarını soktukları, oyuncaklarını kırıp içine baktıkları, gerek kendilerini gerek başkalarını inceledikleri aşama, işte bu aşamadır. Ama bu aşamanın en önemli boyutu, ''Oidipus Kompleksi'' denilen şeyin gelişmesi, yani çocuğun karşı cinsten ebeveynine erotik bağlılık duyması ve aynı cinsten ebeveyni ile yarışmasıdır. (Oidipus Kompleksi'' deyimi Yunan mitolojisinde, bilmeden babasını öldüren ve annesiyle evlenen Kral Oidipus'tan gelmektedir.) Örneğin, 4 yaşında bir erkek çocuğu kural olarak annesine sırılsıklam aşıktır. Annesi onun için bildiği ve bilmek istediği tek kadındır. Ne ki, bu kadının zaten bir kocası vardır, çocuğun da babasıdır bu. Çocuk onu kıskanır ve bir kenara iterek yerine geçmeyi çok ister. Bu istek genellikle açıkça ve içtenlikle belirtilir. Örneğin, çocuk annesinin yatağına tırmanır ve ''Büyüyünce seninle evleneceğim.'' der. Bu durumun Kral Oidipus'un durumuyla kıyaslanabileceği açıktır, şöyle ki; Oidipus, babasını yok etmiş ve annesiyle evlenmişti. Çocuğun normal gelişmesi ise normal bir yol izler. Erkek çocuğun, annesi ile evlenme isteği, annesi gibi bir kadınla evlenme isteğine dönüşür. Babasının yerini alma isteği, babası gibi bir adam olma kararlılığına dönüşür. Eğer baba izlenmeye değer, çekici bir model oluşturuyorsa ve eğer oğlunu bir erkek olması için etkin bir biçimde yönlendiriyorsa, Çocuk bu geçişi kolay yapar. Bir yandan da annenin görevi, seçimini zaten yapmış olduğu ve artık cinsel ve nesne olarak kendisini elde edemeyeceğini anlamasını sağlamaktadır. Ebeveynin bu tür tutumları, çocuğu cinsel doyumu başka yerde aramaya yöneltecektir. Kız çocuklarında gelişme bunun tersi olan bir yola girer; Babasını sever ve annesini kıskanır. Bunu tanımlayan psikanaliz deyimi, sevgili babasının ölümünden sonra, onu öldüren ve annesinin öldürülmesine yardımcı olan efsanevi Yunan Prensesi Elektra'dan esinlenen '''Elektra Kompleksi''dir. (Elektra Kompleksi'' kavramının Freud'un ardıllarınca önerildiğini, ancak Freud'un bunu benimsemediğini belirtmek gerekir.) Freud, gelişme sürecine olumsuz bir etki olmadıkça normal olarak bütün çocukların oral aşamadan anal aşamaya, sonrada fallik aşamaya geçtiğine inanılıyordu. Ne var ki, bu üç aşamadan herhangi birine özgü gereksinimler, doyurulmaz ya da aşırı doyurulursa çocuk ''fikse'' olabiliyor ve böylece psikoseksüel büyümesi engellenebiliyordu. Örneğin bir çocuğun tuvalet terbiyesinin çok katı ya da aşırı tutucu olması, anal doyum düzeyinde fikse olmasına yol açabilir. Böyle bir çocuk, yetişkinliğinde ''anal karakter'' gösterir. Yani aklı fikri disiplin, düzen ve temizliktedir. Parasını yemez, saklar (başkalarından sakınılıp ''tutulabilecek'' birşey olan dışkının bilinçsiz eşdeğeri) ya da bütün cinsel birleşim biçimlerinde anal uyarıları yeğler. ''Oral karakter'' sahibi bir kişi ise cinsel doyum için bile ağız düşkünlüğünü sürdürür ya da durmadan yiyen, içen ve sigara tüttüren biri olur.

Bu anlamda fikse olmayan çocuklar ''jenital olgunluğa'' ulaşırlar. Yani açık cinsel ilginin duraksamış göründüğü Latency döneminden sonra ergenlikle birlikte cinsel içgüdü yeniden uyanır ve jenital birleşme ile doyum arar. Oral ve anal hala sınırlı ölçüde hoşa gidebilir, ama bunlar, yetişkinler için gerçekten biricik ''olgunlaşmış cinsel dışavurum'' biçimi olan birleşmenin yanında ikinci plana düşmüştür. Bu kısa ve yüzeysel tablodan anlaşılacağı gibi, Freud'da insal cinselliği kavramı olağanüstü geniştir. Freud, bu kavramı kendisinden önce bütünüyle cinsiyet dışı varsayan tepki ve etkinlikleri anlatmak için kullanmaktadır. Bugün bile sıradan biri bir bebeğin meme emmesinde ya da bir yetişkinin tıkınıp durma alışkanlığında cinsel bir yön görmekte güçlük çekebilir. Gerçekte birçok bilim adamı da hala psikanalitik görüş açısına karşı çıkmaktadır. Örneğin, çeşitli ilkel kültürleri inceleyen antropologlar, oidipal çatışmanın evrensel bir deneyim olmayabileceğini söylüyorlar. Sosyal psikologlar, içten gelen bir cinsel dürtü ya da içgüdü olup olmadığı konusunda kuşku duyuyorlar. Birçok davranışçı kuramcı da Freud'un kuramının aşırı karmaşık olduğunu ve insan davranışlarının daha basit, dolayısıyla daha inandırıcı bir biçimde açıklanabileceğini söylüyorlar. Ayrıca, bu kuramın doğruluğunu ya da tanışıklığını kanıtlayacak ölçüde yeterli bilimsel testin hiçbir zaman uygulanmamış olduğunu da belirtmek gerek. Açıkça görülüyor ki, Freud'un öğretileri bir doğma olarak benimsenmemeli, içinde bulunduğu dönemin kültürel çerçevesi içinde incelenmeli ve değerlendirilmelidir. Böyle bir eleştirel değerlendirme, sonuç olarak Freud sonrası kültürümüzü de daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Freud, tarihin en parlak ve uzlaşmaz düşünürlerinden biri olmanın yanı sıra, büyük bir yazardı da. İngilizce baskısı 24 cilt tutan yapıtlarında yalnız insan cinselliği konusunda değil, Batı uyarlılığın tarihsel niteliği konusunda da derin kavrayışlar buluyoruz.

Ne var ki, Freud'un öğrenci ve ardıllarından bazıları onun eleştirici kişiliğini örnek alacaklarına, kuramın çeşitli öğelerini toplumsal denetim araçları haline getirmeyi yeğlemişlerdir. Sonuçta, psikanalitik düşünce biçimin özgürleştirici etkisi gözden kaçmış ve saptırılmıştır. Freud'un bazı varsayımlarının, onun amacına ters düşecek biçimde cinsel azınlıklara zulmetmekte ve baskı yapmakta kullanıldığı Amerika'da bu eğilim özellikle belirgindir. (BKZ. ''Uyumculuk ve Sapkınlık'' ve ''Cinsel Baskı'')

Çeşitli psikanalitik akımların, hatta Freud'un özgün kuramının ayrıntılı olarak tartışılması, bu kitabın kapsamı dışındadır. Öte yandan, yaşam bize bu kuramın basitleştirilmeye ve yaygınlaştırılmaya yatkın olmadığını göstermiştir. Böyle basitleştirme girişimleri sık sık ciddi yanlış anlamalara yol açmıştır. Freudçu deyimlerin diimize çoktan girdiği, bugün gazete ve dergilerde ''Oidipus Kompleksi'' ve ''bilinçaltı'' gibi konularda yazılar çıktığı bir gerçektir. Flimlerde, radio ve televizyonda sık sık Freudvari ağızdan kaçan sözler; ''ego'', ''libido'' ve ''yüceltme'' gibi sözler çarpıyor kulağımıza. Her şeye karşın bu sözler, kurumsal anlamı kullanıldığında kafaları bulandırıyor ve konuyu bilmeyenlere yanlış yorumlanıyor.

Neyse ki, bu arada psikanalitik kavramlar kullanılmadan cinsel davranışın gelişmesini anlatmak pekala olası görünmektedir. Son zamanlarda yapılan deneysel seks araştırmaları, insanların içinde bulundukları davranış biçimlerini nasıl öğrenmiş oldukları konusunda bol bol yeni bilgiler sağlamıştır. Belli davranışların istatiksel yoğunluğu üzerine de bir görüş kazanmış bulunuyoruz. Bütün bunlar, insan cinselliğinin ''doğası'' hakkında birçok geleneksel varsayımı yeniden incelemeye zorluyor bizi. Sonuç olarak, konuya yepyeni bir açıdan yaklaşabiliyoruz.

Yüzyılımızın ortalarında İndiana Bluemington'daki Seks Araştırmaları Enstitüsü'nden Alfred C. Kinsey'le arkadaşları, her yaş gurubundan ve her kesimden binlerce kişiyle özel görüşmelere dayanan, insanların cinsel davranışları hakkında iki tarihsel inceleme yayımladılar. Daha önce bu türde yapılan incelemeler, tedavi altındaki hastalardan ya da cinsel suç işlemiş kimselerden oluşan küçük örnekleme grupları üzerinde yapılmıştı ve ''normal'' cinsellik konusu genellikle pek araştırılmamıştı. Kinsey'in çalışmaları sağlıklı normal (vasat) erkek ve kadınların davranışı üzerine ilk güvenilir istatistiksel bilgileri gün ışığına çıkarıyordu (Erkeğin Cinsel Davranışı, 1948 - Kadının Cinsel Davranışı, 1953). Yine bu sıralarda, biri antropolog olan iki bilim adamı, Clellan S. Ford ili Frank A. Beach 191 değişik toplumda cinsel davranış biçimlerini araştıran bir karşılaştırmalı kültür incelemesi yayımladılar (Cinsel Davranış Biçimleri, 1951). Daha sonraları Johns Hopkins Üniversitesi'nde John Money ile birkaç araştırmacı arkadaşı, bozuk cinsel oluşumlar ve cinsel kimlik sorunları üzerine yaygın araştırmalar yaptılar (Vücudun Cinsel Kusurları, 1968; Erkek ve Kadın, Kız ve Oğlan, 1973 ve Cinsel İşaretler, 1975). Ayrıca, Missouri St. Louis'teki Reprodiktif Biyoloji Araştırma Vakfı'nda araştırmalar yapan William H. Masters ile Virginia E. Johnson, insanların cinsel etkinlikleri ve etkinlik bozuklukları üzerine ayrıntılı bir bilimsel araştırma yaptılar (İnsanın Cinsel Tepkileri, 1966; İnsanın Cinsel Yetersizliği, 1970; Zevk Bağı, 1975). İnsan cinselliği üzerine bu ve birçok yeni inceleme, psikanalitik kuramdan hiçbir şey almıyor ya da pek az şey alıyor. Bu araştırmacılar, belli konularda Freud'a şiddetle karşı çıkıyorlar. Ama yine de onun temel varsayımlarından hiç değise bir bölümünü doğruluyorlar. Örneğin, cinsel davranışı insanların '' doğal'' olarak kazanmadığını, bunun toplumsal koşullandırmayla biçimlendiği bugün artık herkesçe benimsenmektedir. Bu koşullandırmaların, farklı toplumlarda farklı şeylere hizmet ettiği ve farklı sonuçlar doğurduğu da apaçık ortadadır. Çocukların cinsel tepki gösterebildiği ve çocukluğun ilk dönemlerindeki belli deneyimleri o kimsenin daha sonraki cinsel gelişmesi üzerine belirleyici bir etki yapabildiğinden de artık hiç kimsenin kuşkusu yoktur.

Bu toplumsal koşullandırmanın gerçekten de ne anlama geldiği sorunu, her zamankinden daha karışıktır. Bir doktor olan Freud, her şeyden önce hastalarına yardımcı olmaya çalışıyordu ve çocukluktaki cinsel deneyimleri tek ölçüye göre kolaylıkla yararlı ya da zararlı olarak nitelendiriliyordu; Kişinin ''jenital olgunluğunu'' geliştiriyor ise yararlıydılar, engelliyor ya da öldürüyor ise zararlıydılar. Böylece cinsel davranış olgun olmak ya da olmamak, sağlık ya da hastalık, normallik ya da sapkınlık olarak ele alınabiliyordu. Ama sonraları cinsel araştırmacılar daha dikkatli davranmaya başladılar. Cinsel normalliğin başka başka yerlerde ve başka başka zamanlarda, çok değişik olabileceği ve insan davranışı açısından olgunluk ve sağlık gibi bir olguyu belirtmekten çok, bir değer yargısı olduğu artık bilinmektedir. Freud'un zamanında cinsel sağlık ve olgunun belirtilerinin çocuk sahibi olmaya yönelik olmaya tekeşli evlilik olduğuna inanılıyordu. Bu yüzden de seks, aşk, evlilik ve çocuk yapmak birbirinden ayırt edilmiyordu.

''Toplumsal yararı olan'', özelliklerinden yoksun cinsel etkinliğe kötü gözle bakılıyordu; Aşksız seks (mastürbasyon ve fuhuş), nikahsız seks (evlilik öncesi ve evlilik dışı), çocuk yapmadan seks, çocukların cinsel oyunları, menepozdan sonra seks, eşcinsellik. Bugün, bu özgün değer sisteminin hiç de evrensel olmadığını, belli bir tarihsel dönemde Batı toplumlarının ortasınıflarına özgü olduğunu biliyoruz. Örneğin, Ortaçağ Köylüleri ya da feodal toprak ağaları bütünüyle değişik bir değer yargıları sistemine göre davranıyorlardı. Aynı şey, geleneksel Asya ve Afrika toplumları içinde söylenebilir. ABD toplumunda giderek artan erkek ve kadının mirasçısı olduğu ortasınıfın, törel değerlerinden koparak yeni değerler aramaya başladığını görüyoruz. Bu koşullarda cinsel davranış için herhangi bir özel amaçtan, normdan ya da standarttan söz etmeden önce iyice düşünmek gerekir. İlk işimiz böyle bir olguyu anlamaktır ve bu yüzden de ahlaksal açıdan nesnel tanımlamalar kullanmak zorundayız. Tek başına nesnellik de yeterli değildir. Ayrıca tanımlamalar açık ve kesin olmak zorundadır ve bu da çok zor bir iştir. İnsan cinselliği kadar terminolojik kargaşa yaratan başka bir alan yoktur. Gerçekte,
bu kargaşa en başka seks kavramıyla başlar.
Cinsel yaşam bilgileri, Cinsel yaşam rehberi, Cinsellik yaşam, Cinsel yaşam kılavuzu, Cinsel yaşam hikayeleri, Cinsel yaşam hakkında herşey, Cinsel hayatı renklendirme, Cinsel ilişki hakkında bilgi, Cinsel yaşam pozisyonlar, Cinsel yaşam bilgileri, Cinsel yaşam rehberi, Cinsellik yaşam, Cinsel yaşam kılavuzu, Cinsel yaşam hikayeleri, Cinsel yaşam hakkında herşey, Cinsel hayatı renklendirme, Cinsel ilişki hakkında bilgi, Cinsel yaşam pozisyonlar